21 Aralık 2018 Cuma

Vibrant Matter: A Political Ecology of Things by Jane Bennett (Book)

In Vibrant Matter the political theorist Jane Bennett, renowned for her work on nature, ethics, and affect, shifts her focus from the human experience of things to things themselves. Bennett argues that political theory needs to do a better job of recognizing the active participation of nonhuman forces in events. Toward that end, she theorizes a “vital materiality” that runs through and across bodies, both human and nonhuman. Bennett explores how political analyses of public events might change were we to acknowledge that agency always emerges as the effect of ad hoc configurations of human and nonhuman forces. She suggests that recognizing that agency is distributed this way, and is not solely the province of humans, might spur the cultivation of a more responsible, ecologically sound politics: a politics less devoted to blaming and condemning individuals than to discerning the web of forces affecting situations and events.
Bennett examines the political and theoretical implications of vital materialism through extended discussions of commonplace things and physical phenomena including stem cells, fish oils, electricity, metal, and trash. She reflects on the vital power of material formations such as landfills, which generate lively streams of chemicals, and omega-3 fatty acids, which can transform brain chemistry and mood. Along the way, she engages with the concepts and claims of Spinoza, Nietzsche, Thoreau, Darwin, Adorno, and Deleuze, disclosing a long history of thinking about vibrant matter in Western philosophy, including attempts by Kant, Bergson, and the embryologist Hans Driesch to name the “vital force” inherent in material forms. Bennett concludes by sketching the contours of a “green materialist” ecophilosophy.

20 Kasım 2018 Salı

Material Feminisms (Book)

by Stacy Alaimo  (Editor), Susan Hekman (Editor)

Harnessing the energy of provocative theories generated by recent understandings of the human body, the natural world, and the material world, Material Feminisms presents an entirely new way for feminists to conceive of the question of materiality. In lively and timely essays, an international group of feminist thinkers challenges the assumptions and norms that have previously defined studies about the body. These wide-ranging essays grapple with topics such as the material reality of race, the significance of sexual difference, the impact of disability experience, and the complex interaction between nature and culture in traumatic events such as Hurricane Katrina. By insisting on the importance of materiality, this volume breaks new ground in philosophy, feminist theory, cultural studies, science studies, and other fields where the body and nature collide.

13 Haziran 2018 Çarşamba

Zoe İle Düşünmek: Rosi Braidotti İle Söyleşi

Çeviren: Nalan Kurunç 
Düzelti: Banu Eryılmaz & Son Okuma: Evren o. Yurttaş
Rosi Braidotti, doğa-kültürün bir kuvvetidir. Patterns of Difference’dan,  Göçebe ÖznelerMetamorphosis ve Transpositions’u içeren üçlemeye uzanan çalışmaları feminizmde, ırkçılık karşıtlığında ve materyalist düşüncenin yeniden canlandırılmasında hayati öneme sahiptir. İnanılmaz derecede üretken kariyeri boyunca -çok dilli- bir feminist, Spinozacı etik çerçevesinde siyasetin maddi gerçekleriyle ilgilenir. Bu onun büyük katkılarından biridir: düşüncede veya eylemde neyin önemli olduğunu asla gözden kaçırmadan, teorinin alanları ve siyaset zemini arasında ustaca hareket edebilmenin yolları. Bu ikili içgörü, onun kadın hareketindeki köklerinden ve feminist eylemciliğinden doğar. Braidotti kariyerine militan dergilerde yayın yaparak başladı ve feminist soykütüğünden hareketle ve onun içinde yazmayı sürdürüyor. Kendi yaşamı ve çalışmasını konu alan “The Untimely” adlı makalesinde yazdığı gibi, “zamanımızın korkuları ve dehşetiyle yüzleşmek için“ daha fazla kavramsal yaratıcılık ve daha fazla  teorik cesaret gereklidir.”[1] Ki o hem kavramsal yaratıcılığın hem de teorik cesaretin bir timsalidir.
Braidotti ile oturup Penn State’deki  Boundaries of the Human in the Age of the Life Sciences [Yaşam Bilimleri Çağında İnsanın Sınırları] dizisi bağlamında çalışmalarını tartışma ayrıcalığına sahip oldum.[2] Konuşmamız, bir yaşam olarak – içimizden geçen ve bizi gezegenimizi ve kendi bedenlerimizi paylaştığımız diğer canlılara bağlayan gayri-şahsi bir kuvvet – zoe üzerindeki ısrarıyla başladı. Zoebios’dan farklıdır, sonraki yaşamın siyasal, akılsal ve söylemsel yanını temsil ederken, önceki yaşamın rasyonel denetimden bağımsız, zihinsiz canlılığını temsil eder.[3] Bu kavram, insan-merkezcilik-sonrası feminist dönüşün ana eksenidir: Yaşamın türler ötesi metalaşmasına yani ileri kapitalizmin mantığına karşı verilen materyalist, seküler, temellendirilmiş ve gerçekçi bir karşılıktır.[4] Bu teorik temelden hareketle,  en son kitabı olan İnsan Sonrası‘nı ve çağdaş üniversitede beşeri bilimlerin (humanities) yerini tartıştık. Aşağıdakiler, konuşmamızın düzenlenmiş bir dökümanıdır.
-Heater Davis
—-
Çalışmalarında yer alan zoe’nin düşüncendeki yeriyle ilgileniyorum, bilhassa bu soyun tükenmesi zamanlarıyla ilişkili olarak. Soyun tükenmesini hem biyolojik türler açısından hem de Félix Guattari’nin söz ettiği şekliyle, öznelliklerin ve kolektivitelerin yok olması anlamında düşünüyorum. Sanırım zoe ile birlikte düşünme itkisi şu aralar daha bir kaçınılmaz.
Evet, psişik yapılar ve fikirler, fiziksel türler kadar ölümlü ve savunmasızdır. Bugün soyu tükenmekte olan şey olanaklı olana dair bir anlam ve ölçüttür. Toplumsal, politik, kavramsal ve etik ufuklarımızın günden güne küçüldüğüne ve daraldığına tanıklık etmekteyiz.  Tam tamına birçok insanın kaçırdığı kavramsal  çekirdeğe değindin. Geçen hafta Colombia üniversitesinde bir ders veriyordum ve bir öğrencim şöyle dedi, “Ama 30 yıllık bir post-yapısalcılığımız var, monizmi nasıl atladık?” Ben de “Ne kadar iyi bir soru” dedim. Çünkü Spinoza’ya geçiş dilbilim dalı ile yeni materyalist dal arasındaki farkın neredeyse özüdür. Althusser’in öğrencileri Spinoza’yı Hegelciliğin sınırlılıklarına karşı bir panzehir olarak geri getiriyorlar, en iyi örneği Doğu Avrupa Komünizmi katastrofu. 1968 civarlarında demleniyor ve 68’in yenilgisiyle güçleniyor. Birçok yönden dünyayı değiştiren, ancak politik olarak işe yaramayan olağanüstü bir kültürel devrimdi. Dolayısıyla, siyaset açısından diyalektik politik sistemin de liberal demokrasinin de  işe yaramadığı ortada. O halde neye ihtiyacımız var? Monistik bir sisteme. Çözüm bu.
Peki, şimdi neden geçer akçe değil? Bu kilit bir soru. Bir devrim oldu, sonra da muhafazakâr bir uğrak. De Gaulle seçimleri kazandı. Filozoflar 1981’e kadar radikal kaldılar. Ardından Mitterand seçimleri kazandı ve hepsi bitti. İşte Fransız siyasal mantığı. Akademik dünyamızda Birleşik Devletler’deki benim trans-Atlantik kopuş dediğim Fransız teorisi fenomenine bakmalıyız. Neyin ithal edildiğine, nereden ve hangi amaçlarla ithal edildiğine bakmalıyız. Derrida ve türevlerinin önemi, yeni materyalizmlerin ortaya çıkmasını imkansız kılıyor. Foucault ayrı bir durum. Ama o da erken ölüyor, 54 yaşında. Dolayısıyla ünlü olmak Foucault’nun işine oldukça yaradı ancak aynı zamanda onu öldürdü. Elimizde yeterince kitapları yok.
Bu yüzden, sizin için bu kadar açık olan –  kavramsal çekirdek olan – bu sorunun neden yalnızca şimdi sorulabileceğini açıklamak için politik bir ithalat ve ihracat ekonomisine sahip olduğumuzu düşünüyorum. Sanırım neredeyse tüm röportajı bu soru etrafında yapabiliriz. Burada yer alan pek çok şey var: iktidar, post-modernizm haline gelen şey ve bazen dövmek ve yeniden dövmek için ölü bir at olarak kurgulandığını hissettiğim postmodernizme karşı tepkiler.  Bu tepkilerin hem şişmesi hem de sönümlenmesi kolaydı ve bu tartışmasızlığın siyasi sonuçları, her şeyi göreceli ve ahlak dışı olarak reddettiği için yıkıcı oldu. Dolayısıyla, hocam François Châtelet’den aldığım bir terimi kullanacak olursam materyalist hattın daha yeraltında olduğunu söylerdim. Hal böyleyken, 1968’den sonra, hâkim durumda olmasa bile Fransız felsefesi tarihi bağlamında monizm çok belirgin. Ayrıca Fransız felsefesi yaşama dair güçlü bir düşünme geleneğine sahip ve de bilim felsefesi geleneğinde güçlü bir rasyonalizme. Monizm vitalist bir bilim felsefesi haline gelir. Foucault, Georges Canguilhem’in öğrencisi. Gaston Bachelard hem Deleuze hem de Michel Serres’e nezaret etti. Sonra da bizim camia ortaya çıktı. Onlar hiçbir şeyden gelmiyorlar. Hayat felsefelerinin bu soykütükleri var.
Bu yüzden, “Aslında bunu yapabilirdik” demek için bu büyük blokların katı yığınlarını aklımda tutacağım. Asıl iş bu. Bu benim ilk cevabım. Monizmle nasıl iş görebiliriz ve neden bu kadar zor? Eh, çünkü dünyamız ikililerle organize edildi. Ve politik sistemimiz ikili olarak örgütlenir. Ve ikilikler en etkili ele geçirme mekanizmaları. Bu yüzden oradalar. Toplumsal cinsiyet sistemi aptalca! Çalışıyor çünkü aptalca. Sen Tarzan, ben de Jane. Zekice! Aptalca, gerçek dışı. Lacan ve psikanalizden beri biliyoruz ki cinsellik her yerde polimorf, sapkın ve gayri-insani. Toplumsal cinsiyet ikiliği bir ele geçirme mekanizmasıdır, bir yönetim tarzı, devlet aklının kipidir.
Fakat öte yandan Anti-Ödipus ve Bin Yayla’da anlatılan gelişmiş kapitalizmin anatomisine giriyoruz. Bu sistem çok daha karmaşık. Pürtüklü mekânlardaki hareketliliğin sapkın biçimleri ve farkların çokluğunun nicelleştirilmesi aracılığıyla işliyor. Yaşama üzerine sermaye, artık (surplus) olarak tesir eder. Fakat biyogenetik güçler metalaşmanın amaçları için daima nicelleştirilir. Dolayısıyla kod, aksiyom her zaman aynıdır. Belki de sorun şu ana kadar, toplumsal inşacı ikililerin egemenliğinden dolayı monizm hakkında düşünemememizdir.
Bu yüzden en azından zoe’yi düşünebiliriz. Zoe, monizm ve Spinoza’ya geri dönüş hakkında söylememiz gereken ilk şey, onun parçası olduğumuz şeyi açıkça belirttiğidir. İçkin bir çerçeveden, onun parçası olduğumuzu söyleyerek başlıyoruz ve içerim kiplerine bakıyoruz, aidiyet ekolojilerine. Sıklıkla karşı olduğumuz durumlara içkiniz. Olasılık koşulları, zoe’nin düşünülebilirliği içinde bulunduğumuz yeni durumla ilgili. Ve kuşkusuz, Bin Yayla ticaret okullarında okutuldu. İnsanlar dünyanın nasıl işlediğini anlamak istiyor. Bizim için en can alıcı nokta bu dünyanın bir parçası olmamız. Bu Marksist-Leninistler için katlanılmaz çünkü her zaman kapitalizme dışsal ve kapitalizmin dışında bir pozisyon varsayıyor, kendilerini sistemin dışında görüyorlar. İşte burada benim feminizmim devreye giriyor, içkinlikle ilişkili olarak, konumlar siyaseti ve yerleşik bilgi olarak. Feminizm bu karmaşık ve çok katmanlı aidiyet ekolojisine hem onu tanıyacak hem de onu devre dışı bırakacak şekilde bakmanızı sağlar, bir fark yaratır, olumlu bir fark. Feminist, içkin konum, “kapitalizmin parçasıyız” deme alçak gönüllüğünü gösterir. Yani bilgeliğin başlangıcı, bir başka ifadeyle gerçek yaşam koşullarımızın uygun bir kartografisi. Bu geniş tevazu yeni-Leninistler’in resmettiği şey değil, öyle ki tarihin yönünden sorumlular, ceplerinde gerçeği taşıyormuş gibi davranıyorlar ve size kapitalizmin hangi noktada kırılacağını söylüyorlar böylece devrimin hizmetinde  kalabilirler. Kapitalizm kırılmaz, kıvrılır. Katlanır ve açılır. Monistik sisteme hoşgeldiniz.
Düşüncende beni büyüleyen şeylerden biri belirli soykütüklerini gözler önüne sermen konusundaki açıklığın. Bunu feminist bir konumlar siyasetini tanıman olarak görüyorum. Bu yaklaşım düşünceyle içkinliğin etrafını sarıyor. Düşünce ortaya çıkıyor ve o, hem toplumsal hem de ekolojik bir yaylaya içkin. Düşünme ve toplumsal süreçlerin(in) bu dolaşıklığı göz önüne alındığında,  materyalist düşüncenin yükselişini ekolojik durumun artan baskısının sonucu olarak görüp görmediğini merak ediyorum.
Bence çok önemli bir yere dikkat çektin. Yani, monizm size bir metodoloji ve bir pedagoji sunar.  Deleuze ile çalışmış olan herhangi birimiz için bu açıktı. Deleuze bize açık bir anti-ödipal ortak pedagoji verdi. Deleuze alet-edavat, yani kavramlar sunar ve gitmenizi, kendi işinizi yapmanızı söyler. Kendi işinizi yapmak, kendi praksisinizi uygulamak için kendi virtüel kuvvetlerinizi edimselleştirmektir. Bu aynı zamanda kolektiviteye işaret eden transversal/çapraz bir politikayı da içerir. Bir topluluğunuz  yoksa, bir “biz”iniz, bir halkınız yoksa hiçbir şey yapamazsınız. Bu noktada sizi orada bekleyen, sizi tanıyan ya da sizin tanıyacağınız birisi -ki bu her zaman ve entelektüel açıdan bütünüyle bir kibir ve klasik pozisyon takınan, gerçeği açığa çıkaracak anahtarı elinde tutan birisidir-, bir bilgi öznesi yoktur.  Her şey bir “biz” bileşimi düzlemiyle başlar: bir topluluk oluşturmalı ve kayıp “biz”i –halkı ortaya çıkarmalıyız. Bu “biz” benim için bir konumlar siyaseti. Aynı zamanda bir bibliyografya ve soykütük.
Materyalizmin düşünülebilirliği kesinlikle yaşam bilimleriyle, biyo-genetikle ve nano-teknolojiyle bağlantılıdır: şimdilerde gelişmekte olan tüm yeni meseleler, yeni materyaller, taşınabilir teknolojiler. Yaşam fabrikasyonuyla, yaşam üretimiyle sarılmış durumdayız.[5] Ve sonra etik, niteliksel bir ayrım yapmaya çalışıyoruz. Bu çok büyük bir üniversite, bilişsel kapitalizmin baş faili; bizler bilişsel kapitalizmin failleriyiz. Ve sonra olumsuz yönü var, gelecek kaygısı. Antoposen bilimsel bir kavram olarak tüm su götürürlüğüne rağmen, soyun tükenmesinin ve insanlığın yeniden düzenlenmesi olasılığının düşünülebilirliğine izin veren etkenlerden biridir.[6] Ancak Antroposen şu an neredeyse bir kavram olarak göz ardı ediliyor. Eleştirisi dışında ona dair hiçbir şey görmüyorum.
Sanırım tam da bu noktada farklı bir etik arayan gerçek bir ilk Spinozacı kuşaktan oluyorum. Olumlama etiği, edimselleşme etiği. Ve bu teorik savaş hattıdır. Bu hiç başaramadığımız bir yer. Ağır bir biçimde kaybettiğimiz yer çünkü Marksistler bir siyasetimiz olmadığı için bize saldırıyorlar. Yeni Kantçılar da bize “bunca ıstırabın ortasında kuvvetlere katılmamız gerektiği yerde siz insanlıktan nefret ediyorsunuz” diyerek saldırıyorlar. Ve postmodernizm tartışmasıyla kesinlikle 1980’lerde olduğumuz yerde bırakıldık: İnsanlığın ve beşeri bilimlerin sözde düşmanları. Buna geri döndük.
Olumlama meselesi etrafında ele aldığın Spinozacı etik konusunda etkilendiğim şeylerden biri de, olumlama (affirmation) sadece olumluluk (positivity) ilgili değil. Ölüm, ısdırap, suç ve depresyon gibi zor öznel meselelerle de yakından ilgileniyorsun. Bu diğerleri olumlamaya benzemiyor, bilhassa şu kişisel gelişim ve öznenin mükemmelleştirilebilirliği çağında, fakat olumlama aynı zamanda gün içinde ortaya çıkan zorlukların kabulüne de benzetilebilir.
Spinoza’nın Etika’sında tek başına zehirlenme ve ölüm üzerine bölümler vardır. Korkunç zamanlarda yaşıyor. Hollanda İmparatorluğunun sonu, politik cinayetler, kaos.  Bir parya ve marjinalleştiriliyor–sinagogun ve kentin dışında Hague’de yaşıyor. Zehirlenmeden söz ediyor ve olumsuzluktan zehirlenmeyi. İşte tam da olumsuzun işleyişi. Zehir, toplumsal, ruhsal ve çevresel dünya için zehir. Sadece öldürmüyor; bunu ağır ağır yapıyor. Böyle bir sistemden çıkmak kritik olduğu kadar klinik de. İlk önceliğimiz, olumlamayı inşa eden bir zihin yaşamı için klinik egzersiz yapmalıyız, olumsuzluk durumundan arınmalıyız. Bunun iyimserlik ya da iyi hissetmekle bir ilgisi yok. Nasıl hissettiğinizle kim ilgilenir?
Kendi başına bırakılan akıl dehşet vericidir. Einstein hepsini geri aldı, zavallı adam, fikirleriyle ne yaptıklarını gördüğünde “bunların olacağını bilseydim asla düşünmezdim” dedi. Bombalara başvurulmasına şiddetle karşıydı. Freud felsefi projenin psikopatolojisini ele geçirdi. Sonra Nazizm geldi ve kaçmak zorunda kaldı. Fakat onun öncesinde felsefecilerin patolojilerini incelemek için çok sayıda görüşme yapmıştı. Kant’ta manik obsesyon vardı: insanlar onun yürüyüşüne bakarak saatlerini ayarlayabiliyorlardı. Rousseau, büyük pedagog, rahatsız olduğu için çocuklarını yerel bir enstitüye göndermişti. Demek istediğim, “büyük filozoflar” işe yaramaz kaçıklardan bir demet! Ya da daha olumlayarak söylersek, yeğinliklerle ilgilenirken bir tür psikopatoloji sergiliyorlar ve kırılıyorlar. Bir parça kırılmalısınız. Bunu Spinozacı olumlama etiği içinde yaparsanız, kırılmayı başka yeğinliklere bir açılma biçimi olarak sürdürürsünüz. Fakat yara almış insanlar gerekir. Biraz yara gerekir. Yaralanmamışsanız eleştirel teoride çok tehlikeli birisinizdir zira yalnızca “ben de”ciliğin kudurmuşluğuyla dolunayda bağıran bir başka beyaz erkeksinizdir.
Acıyı kabul etmeliyiz, onun zorluğunu ve hayatımızı devam ettirecek temel şartları yaratmak için gerekli olan alçakgönüllülüğü ve sağduyuyu sürdürmeliyiz. Acıyı, onun zorluğunu kabul etmek ve yaşamı sürdürebilir kılan temel koşulları yaratmak için gerekli olan alçakgönüllülüğü ve açıklığı sürdürmek zorundayız. İnsanlar 1967-68’de düşünce yaşamını sürdürmenin kolay olduğunu mu düşünüyorlardı? Akademi dersliklerinde ne olduğuna bir bakın. Alkolizme bakın, bozulmaya bakın. Her beş dakikada bir eş değiştirenlere bakın. Bu çok ciddi biçimde eril. Okulu bırakanların oranına bakın. Sürdürülebilirlik son derece önemli çünkü bu bir kısa mesafe değil bir maraton koşusu.
Sürdürülebilirlik politikasının aynı zamanda öznelliğe ve kolektivitelerin inşasına uygulanması gerektiği konusunda kesinlikle haklısın…
Sürdürülebilirlik bana göre bizim düşünce yaşamı dediğimiz şeyle ilgili, bir projeyi nasıl sürdürdüğümüzle ilgili. Bilirsin, Spinoza akademiyi projesine devam etmek için terk etti.
Bu nedenle, özel vakıflar tarafından finanse edilmiş gibi göründüğü gerçeği, hem sanat hem de beşeri bilimler açısından, benim için endişe vericidir, çünkü başka yerlerde gerçekleşmeyecek bazı yeniliklere izin verse de, aslında bunları tıkıyormuş hissi yaratıyor. Düşünce kuruluşlarımızın çoğunun kâr amaçlı özel sektör tarafından yönetilmesi durumunda ne olacağı hususunda gerçekten endişeliyim.
Sanırım burada bir soru, gerçek bir soru var: piyasa ekonomisinin kapitalizm olup olmadığı. Kapitalizm sonuç olarak sadece piyasa ekonomilerinin okumalarından biri. Başka piyasa ekonomileri de var: kamular, dijital müşterekler, yerli tabanlı, ekolojik müşterekler. O halde, tüm bunlara uygun kurumsal yapılar ne olurdu? Bu bir tür akademi olabilir, hiyerarşik üniversiteye karşıt olarak bir tür kooperatif model olabilir. Kâr amacı güden kurumlar fikrine karşıt bir şey de düşünüyorum. Nedir kâr amacı gütmeyen? Kâr amacı güden kurumların tamamen araçsal olduğunu görüyorum sadece uygulamalı sonuçları gözettiğini. Dolayısıyla benim için kârın karşıtı temel araştırma. Temel araştırma edimsel olanla deney yapmak demektir. Terminolojiyi tartışmak için mekânlara, laboratuarlara kavramsal şemalara, pedagojilere ve değer sistemlerine ihtiyacımız var. Bunun üzerine çalışmamız gerekiyor. Beşeri bilimlerin yapması gereken şey bu. Laboratuarlarda yaptıkları temel araştırmalar gibi. Tekrarları farklılıklar olmadan ortaya çıkararak kendi mezarımızı kazıyoruz: klasikleri yeniden kucaklıyor, evrenselciliği ısıtıp ısıtıp yeniden gündeme getiriyoruz çünkü herkes biliyor. Felsefenin bu etik dedikleri şeyle –aslında yeni Kantçı ahlak felsefesi- yersiz yurtsuzlaşması bir felaket. Bu Kantçı ahlakın gücünün egemenliğidir. Başka bir şey dedikleri yok. Bu büyük bir yeniden-yerliyurtlulaşma ve değer sistemi haline geliyor ve bu ad altında savaşlarda ve göçlerde önemli olmayan  hem madde hem  insan yığının en vahşi sömürüsünün analizini savsaklayabiliyorlar. Biteviye değişen bir sistem içerisinde etik düşüncenin varyasyonlarına ve derecelendirmelerine ihtiyacımız var, fark gösteren varyasyonlarla. Bu bir etik anarşi değil. Hayır, kuvvetlere değer biçmenin başka bir biçimi ve bununla ilişki kurmak bir parça çalışmayı gerektiriyor –etoloji deniliyor. Ah, çok iş mi? Bilimlerimiz karmaşık, beşeri bilimlerimiz yalın mı. Beni öldürün. Beşeri bilimler karmaşa teorisi olmalı. Beşeri bilimlerde karmaşıklık teorisi dalına ihtiyacımız var. Yoksa bizi öldürüyor. Güncellenmeye ihtiyacımız var. İnsan sonrası dediğim şeyin neden yeni-insan sonrası değil de insan sonrası olmasının nedeni bu. Sanırım bununla devam etmemiz gerekiyor. Ve beşeri bilimlerde şemalarla düşünme becerimiz var –bu tam da Deleuze’ün öğrettiği şey, çoklu virtüelleri edimselleştirmenin canlılığı.
İnsan Sonrası kitabını okurken en çok dikkatimi çeken şeylerden biri ortak kırılganlık konusundan uzaklaşmak konusunda çok dikkatli oluşundu. Önce şaşırmıştım çünkü kırılgan olmak bedenin duygulanma kapasitesidir, yanılıyor muyum? Ben kırılganlığı ilişkisel bir tarzda düşünüyordum çünkü yaralanmaya açık olmak demek. Ama içinde hep birlikte yer aldığımız politik sahnede ortak kırılganlık konusundaki tereddüdünü anlıyorum, kırılganlığı doğal bir biçimde yaşamıyoruz, politik olarak farklılaşmış bir gerçeklik ve toplumsal cinsiyet, sınıf, ırkçılaştırma ve beceri meselelerine karşılık geliyor.
İlginç. Sanırım iki kitap arasında –Transpositions ve İnsan Sonrası– kırılganlık tartışmaları keskinleşiyor. Kırılganlık hocalarımdan aldığım terminolojinin bir parçası değil. Çürüyebilirliği ve bir tür ölümü anlıyorum bundan. Kırılganlık daha çok Derrida’nın Levinas safhasının bir dili. Ve Judith Butler’ın dili oluyor, aynı zamanda Simon Critchley ve Paul Gilroy’un post kolonyal melankolisi. Öyleyse bu,  ahlaki dönüş olarak ötekilik üzerindeki bu sabitlemenin son sürüm rearkarnasyonudur.
Levinas’la Spinoza arasındaki farka işaret etmek istedim, zihnimde sonradan berraklaşan Museviliğin iki koluna -Simon Critchley’in Infinitely Demanding adlı kitabı netleştirdi, Butler’ın kırılgan hayat üzerine çalışmasından bile fazla. Levinasçı öteki, Derridacı öteki sonuna kadar sorumlu olduğunuz şeydir. Sonsuza kadar. Ötekinin yüzü bakıp geçemeyeceğinizdir. Mezarların ya da yaranın yanında durur ve onları onurlandırırsınız. Buna büyük saygım var. Sadece benim etik sistemim değil. Şimdilerde olumlama etiğini savunma konusunda daha dikkatliyim. Yara üzerine yeniden çalışmanın bir başka yolu. Her yönden bir ilişkisellik varsayıyor. Bu, hangi düzende olursa olsun mademki ötekiden sorumlu olunması gereken tek bir kutup vardır, bir ben/öteki diyalektiği veya dualizmi varsaymaz. Hayır, bu bir dallanıp budaklanma. Rizom çoğumuzdur. Soluduğum havadan sorumluyum. En azından üç ekolojiden sorumluyum. En azından! Olumsuzluğu deneyimlemek eğitici. Daha iyi hissediyorsunuz. Yaş gerçekten işe yarıyor. Bir dahakine yaşlanma üzerine yazacağım. Neden işe yarıyor? Neden bilmiyorum ama yarıyor. Zaman daha hızlı akıyor. Onu dikkatle izliyorum sanki organizmanın yavaş yavaş büyümesi bunu bir şekilde kolaylaştırıyormuş gibi. En sıradışı şey. Bu konuya bir sonraki kitabımda ele alacağım, ölüm ve ölme üzerine olacak.
Kırılganlık hakkında tartışma yürütmek istediğim diğer bir konu daha geniş bir çerçeve. Foucault’dan geliyor. Yarayı ve acıyı sağan bir kültür bu -popüler kültürde, televizyonda, hukuki ihtilaf yoluyla legal sistemde- gerçekten de yarayı sağıyoruz. Bu ülke, Birleşmiş Devletler hakikaten çıldırmış. Bu kültürde acı pornografisi davalık. Para bununla beraber gidiyor. Röntgencilik, sergicilik bununla beraber gidiyor. Gerçekten buna çok karşıyım. Ve sonra yeryüzünde gelmiş geçmiş en zulum görmüş insanım ben iddiaları. Yarayı istisnalaştırmak. Bu istisnalaştırma narsizmle birleşir.
Aynı anda hem gerçekten yaralı hem de gerçekten güçlü olabileceğimizi göstermek için karmaşıklığa ihtiyacımız var. Ve bununla yaşamak için, mizahla, belki sevgi ve şefkatle deneyimlemenize, yol katetmenize izin veren olumlama etiği gerekir. Demek istediğim, içimizde çok sayıda gözyaşı ve acı var. Bizim işimiz acıdan bilgi devşirmek. Yaptığımız şey bu. Ve bunu yapmaya deli oluyoruz! Neden insan sefaletinden para devşirmek için Wall Street’de değiliz? Hayır! Yanlış bir şey yapıyor olmalıyız, yani bütünüyle doğru. Bununla baş etmenin farklı yöntemleri var. Ayrıca bu bir mizaç meselesi. Bir sürü faktör var. Bir ölünün yanında zor duruyorum. Çıkıp gitmeyi, mezarlığı temizlemeyi ya da bir şey yapmayı istiyorum. O halde bu, dünyada gerçekten etkin olmayı isteme meselesi. Ve Levinas’ın edilgenliği olumlayıcı olabilir fakat hissettiğim baskılarla başa çıkabilmek için bana gereken hız onda yok, bilhassa bilişsel kapitalizmde bir profesör olduğum müddetçe. Sivil olduğum zaman değişebilir. Dünyada olduğum müddetçe arı yetiştiriciliğimi ve diğer yapacağım hippi şeyleri yapacağım. Fakat bunun faili olduğum müddetçe, bir şeyler yapmam gerekiyor. Öylece durmak ve ölümü hatırlamak, sanırım, evet, tamam, aslında devamlı yapıyorum ama bu benim etik sistemim değil. Bununla büyük sıkıntılarım var. Sanırım farklı kurumsal pratikler gerekiyor. Sanırım bir kurumda melankoli karşısında, olumlama karşısında insanların nasıl faaliyette bulunduğuna çalışmak gerekiyor. Sizi oluşturan hız ve yoğunlukları düşünün, gerçekten farklıyız. Ne kadar fazla olursa o kadar iyi. Ve hiçbir şey yeni-Kantçı evrenselcilik kadar kötü olamaz.
The Amoderns: Thinking With Zoe – A Feature Interview with Rosi Braidotti“, Amodern: amodern.net, Temmuz 2016’dan çevrilmiştir.
[1] Rosi Braidotti, “The Untimely” in The Subject of Rosi Braidotti: Politics and Concepts, edited by Bolette Blaagaard and Iris Van Der Tuin (London: Bloomsbury, 2014), 240.
[2] Rosi Braidotti’nin videosunun da içinde olduğu seriye dair daha fazlası için: http://sites.psu.edu/iahboundaries/.
[3] Rosi Braidotti, Transpositions (Cambridge, UK: Polity Press, 2006), 37.
[4] Rosi Braidotti, “The Posthuman in Feminist Theory” in The Oxford Handbook of Feminist Theory, edited by Lisa Disch and Mary Hawkesworth (Oxford: Oxford University Press, forthcoming), 10.
[5] Biyolojik bilimlerin, bioteknolojinin ve neoliberalizmin kesişmesi üzerine daha fazlası için bkz. Melinda Cooper, Life as Surplus (Seattle: University of Washington Press, 2015).
[6]  Donna Haraway’in Kapitalosen üzerine çalışması bu noktada çok önemlidir. Bkz Staying with the Trouble: Making Kin in the Chthulucene (Durham: Duke University Press, 2016). Claire Colebrook türün tükenişinin düşünülebilirliği üzerine iki dizisinde genişçe yazmıştır: The Death of the PostHuman: Essays on Extinction, Volume One (London: Open Humanities Press, 2014) ve Sex After Life: Essays on Extinction Volume Two (London: Open Humanities Press, 2014).

Kayda Değer Farklar: Elizabeth Grosz ile Söyleşi

Çeviren: Nalan Kurunç 
Düzelti: Banu Eryılmaz & Son Okuma: Evren o. Yurttaş 
Elizabeth Grosz Duke Üniversitesi’nde feminist bir araştırmacıdır.
Melbourne’daki Monash Üniversitesi’nin Eleştirel ve Kültürel Çalışmalar Enstitüsü’nün sabık direktörü/yöneticisi, Grosz’un araştırma/çalışma alanları arasında feminizm, sanat, mimari, bedenlilik, cinsel politika, toplumsal cinsiyet çalışmaları, karşılaştırmalı edebiyat ve çağdaş felsefe yer almaktadır. Çok sayıda kitabı arasında Volatile Bodies, The Nick of Time, Chaos, Territory, Art, and Becoming Undone bulunmaktadır.

Genelde feminist materyalist olarak tanınıyorsunuz, ancak materyalizm kendi başına tartışmalı bir teorik çerçeve ve geleneksel parametrelerine spekülatif gerçekçilik gibi yeni felsefi yörüngeler tarafından meydan okunuyor. Materyalizm, siyasal ve ontolojik bağlılıklarınıza nasıl sirayet etti? Dahası, neden, feminist araştırmanın ya da kadın çalışmalarının ötesinde, yeni feminist materyalizmin yirmi birinci yüzyıl toplumsal problemlerinin tasarlanmasında bu kadar yoğun bir şekilde kullanıldığını düşünüyorsunuz ?
Materyalizm, sıklıkla idealizm ontolojisine karşıt bir biçimde kurulan bir ontolojidir. Bu karşıtlık materyalizm ister atomculuk ister fizikalizm isterse de diyaletik terimleriyle anlaşılsın materyalizmin ne olduğunu çerçeveleyen Batı düşünce tarihine dahil olduğu için kendime yine de materyalist demeyeceğim. Gerçeğe veya evrene dair, orada olanı maddeye indirgemeyen, maddenin kendi içinde taşıdığı nüansları ve ideallik katmanlarını kavramsallaştırma becerisine sahip bir anlayışla ilgileniyorum. Benim için bu ontoloji, üzerinde var olduğumuz açık bir zemin ve tüm eylemlerimize olanaklılık ufku oluşturduğu ölçüde, bir siyasettir (ve etiktir). Bize kendi başına bir siyaset (ya da bir etik) önermez, ancak bizi siyasal ve etik eyleme yönlendirir.
“Yeni feminist materyalizme” toplumsal meseleleri düşünmede çok yoğun bir şekilde başvurulduğunu düşünüyor musunuz?
Bu beni şaşırtırdı. Böyle bir gücü tam olarak kabul edemem. Marksizmin yükselişi ve 1960’larda ve 1970’lerde tarihsel materyalizme duyulan güvenle güçlenen maddilik sorununa geri dönen bir dizi feminist teorisyenin ilgi alanı üzerinde bir yakınlaşma var. Fakat birçok feministi ilgilendiren bu projenin ortadan kalkmasıyla birkaç antolojide yayınlanan sözde “yeni materyalizm” son zamanlarda materyalizmin canlandırılması gibi görünüyor. Neredeyse herkes -bilhassa doğa bilimlerinde- bir çeşit materyalizme kendini adamış görünüyor. Daha ilginç soru şudur: Ne tür bir materyalizm? Şahsen “yeni feminist materyalizmin” ortak bir maddilik kavramını paylaştığından bütünüyle emin değilim. Kuşkusuz spekülatif gerçekçilik ile feminist materyalizm arasında yakın bir uygunluk bulunmaz. Bu kısmen spekülatif gerçekçiliğin kendisine feminist materyalizmlerin (ve diğer siyasal olarak yönlenmiş materyalizm biçimlerinin) merkezindeki iktidar ve direniş sorunlarına değinmemesinden, fakat aynı zamanda spekülatif gerçekçiliğin ve nesne-yönelimli felsefenin de dahil olduğu akrabalarının kendilerini açıkça bilen öznenin bedenli biçimine ilişkin herhangi bir özgüllüğün reddedildiği Kant sonrası epistemolojiye yerleştirmesinden kaynaklanmaktadır.
Çalışmalarınızın çoğu hem siyasi olarak hem de felsefi söylemde bedenliliğin inşasına odaklanıyor. Beden ne ölçüde eril ve heteronormatif terimlerle ele alınmaya devam ediyor ve çalışmalarınız ırk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve diğer toplumsal gösterenlerle birlikte kurulan bedenliliği nasıl kavrıyor?
Bedenlerin ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyetle birlikte inşa edildiğini düşünmüyorum. Bedenlerin her türlü kuvvet tarafından oluşturulduğunu ve birçok farklı kategoride -yalnızca olağan baskı ilişkileri altında değil, fakat aynı zamanda boy, kilo, göz rengi veya insan bedenlerinin ortak paylaştığı diğer kategorilerdeki ilişkileri kapsayacak şekilde- sınıflandırıldığını düşünüyorum. Irk, sınıf, toplumsal cinsiyet ve cinsellik, biyolojik olarak gerçek olan bedenler arasındaki gerçek ya da fenotipik farklılıkları sınıflandırmamızın yollarıdır. Elbette çok açık bir biçimde bedenleri nasıl tıbbi, sosyolojik, felsefi ya da siyasi olarak anladığımız konusunda büyük bir değişim olmadığından hala maskülen, homofobik, ırkçı, sınıfçı ve diğer terimlerle kavramsallaştırılmaktadır. Belki şunu soruyorsunuz: Bedenlerin erkekliği ve kadınlığı üzerine çok fazla zaman harcarken neden bedenlerin ırk, sınıf ve diğer özelliklerine değinmek için de bunca zaman harcamadım? Bence bunları daima birlikte düşünmeye teşebbüs ettim. Ama aynı zamanda farklı baskı kategorileri arasındaki gerçek farklılıkları anlamaya çalıştım ve cinsel farkın diğer tüm toplumsal farklılıkları mümkün kılan şey olduğunu ve buna eşlik ettiğini savunuyorum. Bu, her insan gerçek ya da gametlerine indirgenmiş olmak üzere iki ebeveynin ürünü olduğu ölçüde geçerlidir.
Ayrıca, mimari teorinin sıklıkla minör özellikleri ve zamansallığı göz ardı ettiğini savunarak, uzamsal iletişimlerin ve yapıların katı sınırlılığını soruşturdunuz. Size göre niçin uzam zamanın hesaba katılmasını gerektiriyor ve uzamın zamana bağlanması, ötekileştirilmiş bedenlerin inşa edilmiş çevrelerde nasıl deneyimlediği ve yaşadığı konusunda bize ne türden bilgiler sunuyor?
Uzam, kendi içinde zamanın hesaba katılmasını gerektirmez; bu uzama işaret ederek ne yapmak istenildiğine bağlıdır. Uzamsal çalışmalar alanında çalışanlar -tasarımcılar, mimarlar, şehir planlamacıları, coğrafyacılar- uzamsal koşullara ve uzamsal yapılara dair yaptıkları çeşitli araştırmalarında zamansallığa değinmeden mükemmel bir şekilde çalışmışlardır. Bir alanın sayısal veya geometrik araştırması üstlendiğinde, süreklilik nitelikleri kaybedilir. Ancak, uzamı zamandan ayırırken zamansallık kuvvetleriyle etkileşimiyle bağlantılı olan alanın bazı özelliklerini gözardı ettiler; örneğin, her belirli alanın ve belki de genel olarak alanın bir geçmişi vardır; onu dönüştüren olaylarda yer edinir. Bunun “ötekileştirilmiş bedenlerin” çevreyi deneyimleyişini nasıl etkilediğini bilmiyorum. Bu özellikle beni ilgilendiren sorulardan biri değil. Bu gerçekten bir sosyolojik soru. Uzam anlayışımıza, öznelliğe hiç de atıfta bulunmayacak bir karmaşıklık katma kapasitesindeyiz. Yine de, yalnızca uzamla pratik bir ilişki değil, aynı zamanda teorik bir kavrayış istiyorsak, uzam ve zamanın birbiriyle olan ilişkilerini (ve ayrılıklarını) düşünmemiz gerekir. Bunun doğrudan siyasal sonuçları olup olmadığından emin değilim.
Sizden öznelliğe değinmeden uzam kavramsallaştırmasından söz ettiğinizi duymak ilginç, zira bu zamana kadar genelde biri bir diğeriyle sorunsallaştırılmıştır. Öznel olmayan uzamsal kuramları nasıl yaratabiliriz ve bu gibi anlayışlar neye benzeyebilir?
Aslında eksik olması gereken öznellik değil, belirli ya da hatta çoklu bir türün kimliği/özdeşliği olarak özneye dair kavramlar. “Ötekileştirilmiş özneler mekanı nasıl deneyimler?” sorusu, “Uzam hangi durumlarda farklı bir şekilde kavramsallaştırılabilir, hatta deneyimlenebilir?” sorusu kadar ilginç değil: bir kadının ya da erkeğin, siyah ya da beyazın, işçi sınıfının ya da orta sınıfın ne anlama geldiğini ya da her birinin belirli bir alanı ya da belirli bir şeyi nasıl deneyimlediğini bildiğimizi varsaymayan bir soru. Uzamı düşünmek için uzamın niteliklerini ve nicelik kapasitesini düşünmemiz gerekir. Bunun, kimliğin düşünülmesini içermesi gerekmez. Ancak deneyimlendiği veya deneyimleneceği şekliyle uzamın  ötesine geçemeyiz – bize olan budur.
Eleştirel düşünce çoğunlukla kimlik inşası gibi siyasal kavramları söylem ve ideolojiyle ilişkilendiriyor. Söylemsel ve ideolojik eleştiriler toplumsal dönüşümü harekete geçirmek için yeterli mi yoksa modern siyasal hayatın karmaşıklığını anlamak için yeni teorik jestlere mi ihtiyacımız var?
Temsil ve gerçek arasındaki şu anki karşıtlıktan memnun değilim, gerçekleri yalnızca temsil pahasına doğruluyor. Her şeyden önce temsil gerçektir. Gerçekliğin maddiliği orada bir dilin varolabilmesi için bir ideallik boyutu içermelidir. Dil ve gerçek gerçeğin dilsel (veya ideolojik) inşası anlamında birbirleriyle bağlantılı değildir, ancak belki de burada konuştuğumuz gerçeğin dilin varoluşunu yarattığı ya da en azından mümkün kıldığı, bu dilin gerçeğin içindeki gücül olana işaret ettiği iddiasından hızlı bir şekilde uzaklaştık.
Çalışmalarınızda evrim teorisine ve Darwinciliğe geniş bir şekilde yer verdiniz. Evrim teorisi oluş ve fark düşüncenizi nasıl etkiledi? Bunun yanı sıra fark, yalnızca insan öznelliğini değil, insan olmayan varlıkları da içeren tüm maddi nesneler arasındaki ilişkileri nasıl oluşturuyor?
Darwincilik üzerine çalışmadım ancak “Darwincilerin” büyük çoğunluğundan daha iyi, daha karmaşık ve ilginç olduğunu iddia ettiğim Darwin’in kendisi üzerine çalıştım. Darwin’in eserlerini yeniden keşfetmemden çok daha önce oluş ve fark meselelerine ilgi duyuyordum. Darwin’in iddialarının çoğunun nasıl da güncel olduğuna şaşırdım, örneğin bir norm ya da ideal kavramı olmadan bir türler teorisi üretti. Eserlerini okudukça, bu çalışmanın, tartışmasız, daha önceki yaşam formlarından, sadece yeniden üretim ve öncelikle cinsel üremeden hareketle mümkün hale gelen yaşamın ve insanın oluşumunun bir kuramını sunduğu daha açık hale geldi. Darwin, türler teorisini, benzerlik biçimleri içinde geniş bir dizi farklılık olarak tasarlamıştır. Bu nedenle oluşun itici gücü olarak farkın ilk ve en önemli kuramcısıdır. Fark, tüm kimlikler/özdeşlikler için “kimlik/özdeşlik ilkesi” olup, hiçbir varlık kendi kendini üretmez veya kendinden kimlikli/özdeş değildir; her varlık ve ilişki, farklı şeylerin ve farklı düzenlerin farklılıklarının karşılaşmasının bir ürünüdür. Fark, tüm yaşam biçimlerinde ortaya çıkan bir şeyse, o zaman yaşam-olmayandan yaşamın fışkırmasını mümkün kılan inorganik koşulları da kapsamalıdır.
Son olarak, yaşamın ortaya çıkışı ve maddiliğin dönüşümüne karşı özcülük karşıtı, teleolojik olmayan ve evrimci fikirler ararken, olayı ve dolayısıyla cinsel farkın varlığını ve önemini belirleyen ontolojileri nasıl anlamaya başladınız?
Bu bir başka karmaşık soru. Evrim teorisinin cinsel farkın ortaya çıkışını ve varlığını düşünmemize nasıl yardımcı olabileceğini mi soruyorsunuz? Eğer soru buysa cinsel farkın evrimini, birçok olasılık ve rastlantı ile ilgili ampirik bir soruyu, türler içindeki çeşitliliği garanti altına almak için en uygun tekniklerin seçilim biçimini ve bu şekilde de türlerin evrimini düşünmemize yardımcı olacağı kanaatindeyim. Kısacası, Darwin, tek hücreli canlıların evriminin basit ve aşamalı olarak cinsel olarak farklılaşmış hayvan ve bitkilere dönüşümü arasındaki bir noktada cinsel farkın ortaya çıkışını açıklamaya yardımcı olabilir. Ancak o bununla ilgilenmiyor ve ister hayvan ister insan olsun, bir ontoloji ve toplumdaki önemli bir bileşen olarak cinsel farkı anlama konusunda bize yardımcı olmuyor. Bu, Darwin’in eserinden daha feminist bir proje; bu yüzden Irigaray Darwinle birlikte bu konuların bazılarına cevap vermemizde bize yardımcı olabilir. Irigaray’a göre, cinsel fark, tüm varyasyonlarıyla ataerkinin operasyonlarıyla örtülmüş ve gizlenmiş olan, ontolojik ve toplumsal, aynı zamanda doğal kuvvettir. İkili cinsiyet, doğada varolmasına rağmen ataerki içinde yoktur. Nitekim, ataerki ikiyi bire, tekil, kendine-özdeş özneye indirgedi ve onun olumsuzlamasını ya da ötekiyi-kadını, ayrıca diğer ırkları, diğer cinsel yönelimleri, diğer sınıfları da erkeklerden daha azına ve nihayetinde insandan daha azına (insan altı bir türe) indirgedi.
Ataerki, iki farklı beden, mekan ve perspektifin kabulünü hoş göremez, bu yüzden diğer tüm insanları başarısız olan erkeklere, erkekliğin temel özelliklerinden yoksun erkeklere indirger. Varlığını kendi kendine sürdürmez ancak, ekonomik üretim ile ırkçılık, homofobi ve etnomerkezcilik sistemleri arasındaki ilişkilerin içinde ve yanında işler. Fakat cinsel fark, toplumsal baskı ve ayrımcılığın diğer tüm biçimlerden farklıdır; tüm diğer bedensel farklılıkların üretildiği koşuldur; zira üreme işlemlerini düzenler ve her zaman diğer önemli toplumsal farklara eşlik eder (bunlar yalnızca Darwin’in terimlerinde tür çeşitlemeleri sayılır). Cinsel seçilimin bedensel biçimde büyük değişiklikler yarattığı, Darwin’in içgörüsüydü. Toplumsal baskılar, çeşitli canlı kategorileri arasındaki gerçek farklılıklara dayalı olduklarını iddia ederek kendilerini rasyonelleştirirler. Bu farklar, sadece çok spesifik toplumsal parametreler içinde anlam ve değer taşır.
Significant Differences: An Interview with Elizabeth Grosz“, Interstitial Journal, Mart 2013’den tercüme edilmiştir.

5 Haziran 2018 Salı

Goodbye, Kant!: What Still Stands of the Critique of Pure Reason | Maurizio Ferraris (Book)

A penetrating and freewheeling evaluation of Kant’s magnum opus.
A best seller in Italy, Maurizio Ferraris’s Goodbye, Kant! delivers a nontechnical, entertaining, and occasionally irreverent overview of Immanuel Kant’s Critique of Pure Reason. He borrows his title from Wolfgang Becker’s Goodbye Lenin!, the 2003 film about East Germany after the fall of the Berlin Wall, which depicts both relief at the passing of the Soviet era and affection for the ideals it embodied. Ferraris approaches Kant in similar spirits, demonstrating how the structure that Kant elaborates for the understanding of human knowledge can generate nostalgia for lost aspirations, while still leaving room for constructive criticism. Isolating key themes and concerns in the work, Ferraris evaluates Kant’s claims relative to what science and philosophy have come to regard as the conditions for knowledge and experience in the intervening two centuries. He remains attentive to the historical context and ideals from which Kant’s Critique emerged but also resolute in identifying what he sees as the limits and blind spots in the work. The result is an accessible account of a notoriously difficult book that will both provoke experts and introduce students to the work and to these important philosophical debates about the relations of experience to science.

3 Haziran 2018 Pazar

The Kantian Tension of New Realism | Çetin Balanuye



Link: https://www.academia.edu/36373823/%C3%87etin_BALANUYE_The_Kantian_Tension_of_New_Realism

MATERIAL COMPLEXITY | Manuel DeLanda



Link: https://tr.scribd.com/document/183889119/DeLanda-Material-Complexity

What's the Matter? | Melissa Autumn White



Link: https://muse.jhu.edu/article/493893/summary

Diana Coole: Matter in place: A new materialist perspective - Uferstudios Berlin - June 25 2015



Video: https://vimeo.com/165541933

Excerpts from:
Lecture #4: Matter in Place: A New Materialist Perspective with Diana Coole
Regularly defined as matter out of place and associated ambiguously with life (soil) and death (toxic detritus), what is dirt shorn of such metaphors and value judgements? How does it circulate in place, as the material fabric of embodied everyday lives? Beyond well-meaning ecological projects for recycling it, Diana Coole asks: where and what is its constitutive or subversive contribution to human / non-human creation?

Arjun Appadurai // HUMANS, MATERIALITY AND THE FUTURE OF SHARED AGENCY

In his lecture, Arjun Appadurai plans to address the gap between the emerging anthropological literature on "relational ontology (Descola, Viveiros de Castro, Bird-David) and the literature on "new materialisms" (Jane Bennet, Diana Coole, Karen Barad) both of which explore the links between human and non-human agency, with Bruno Latour as a major link figure. He will suggest the ways in which anthropological perspectives can enrich the dialogue between theories of materiality and mediation.

Miranda Bruce - The Matter with Matter: New Materialist theory and the Internet of Things

Video contribution for the First Conference on the Philosophy of the Internet of Things, York, 3rd July 2014.

Feminist science - Karen Barad (Video)

In this video, we consider the work of a feminist theorist Professor Karen Barad, an American gender studies professor, known particularly for her theory of agential realism, she is currently a Professor of Feminist Studies and Philosophy at the University of California, her publications include “Meeting the Universe Halfway” and “What is the Measure of Nothingness”, Barad can be described as a leading light within the feminist science community and is often cited in feminist publications and papers, her books and essays are often required reading in gender studies courses, in this video we take a somewhat unsympathetic overview of her work. References and links ------------------------------------------ Karen Barad – Wikipedia article https://en.wikipedia.org/wiki/Karen_B... Karen Barad – Faculty entry UCSC https://feministstudies.ucsc.edu/facu... Sean Carroll - The Particle at the End of the Universe (RI Lecture) https://www.youtube.com/watch?v=RwdY7... Close Reading Karen Barad - University of Leeds (2014) https://www.youtube.com/watch?v=80Tsx... Double Slit experiment – Wikipedia article https://en.wikipedia.org/wiki/Double-... Wave function collapse – Wikipedia article https://en.wikipedia.org/wiki/Wave_fu... Thomas Young - Wikipedia Article https://en.wikipedia.org/wiki/Thomas_...) Loudspeaker – Wikipedia Article https://en.wikipedia.org/wiki/Loudspe... Support This Channel ------------------------------------------------------- ▶Patreon: https://www.patreon.com/shinobiyaka ▶Subscribe: https://www.youtube.com/channel/UCAuK... ▶Twitter: https://twitter.com/yakashinobi ▶Facebook: https://www.facebook.com/shinobiyaka

Karen Barad: Troubling Time/s, Undoing the Future (Talk)

Talk by Professor Karen Barad with the title: "Troubling Time/s, Undoing the Future." The talk was given June 2, 2016 at The School of Culture and Society, Aarhus University, Denmark in the Futures Lecture Series.

Feminist Theory Workshop Keynote - Karen Barad (Talk)

Feminist Theory Workshop Keynote - Karen Barad: Re-membering the Future, Re(con)figuring the Past: Temporality, Materiality, and Justice-to-Come

Three Minute Theory: What is Intra-Action? (Video) | Stacey Kerr, Erin Adams, & Beth Pittard


In this edition of Three Minute Theory, we introduce Karen Barad's concept of "intra-action." Like what you see? Like us on Facebook! http://on.fb.me/1NIp896 Music from: Rolands Cibulskis Vump38, https://soundcloud.com/mozart-zorro-v... Video Written & Created by: Stacey Kerr, Erin Adams, & Beth Pittard

Geç dönem Althusser’de Materyalizmin Yeniden İnşasının Ana Hatları | Ekrem Ekici



Link: http://foralthusser.blogspot.com/2014/08/gec-donem-althusserde-materyalizmin.html

2 Haziran 2018 Cumartesi

Digital Tool Thinking: Object Oriented Ontology versus New Materialism | Neil Leach


Link: http://papers.cumincad.org/data/works/att/acadia16_344.pdf

Why Experientialism Is The New Materialism | DO Wales, 2015 (Video)



Link: https://www.thedolectures.com/james-wallman-why-experientialism-is-the-new-materialism/#.WxNlEEiFPIU

Corpor(e)al Cartographies of New Materialism: Meeting the Elsewhere Halfway | Monika Rogowska-Stangret (Article)



Link: https://muse.jhu.edu/article/654588

Abstract
This essay sketches cartographies of new materialism with reference to theoretical dynamics and transformations of the category of the body. By tracing interconnections between concepts of corporeality coined by Elizabeth Grosz, transcorporeality developed by Stacy Alaimo, and “viscous porosity” introduced by Nancy Tuana and referring to the philosophical work of Brian Massumi and Erin Manning and also to artistic work by Pinar Yoldas, this article introduces the concept of the body depicted as always gesturing toward what is beyond and more than a body and as intrinsically oriented toward its own “elsewhere.” This reconceptualization of the body proves its ability to “push dualisms to the extreme.”

New Materialism and Difference (Lectures)



Link: https://www.ugent.be/doctoralschools/en/doctoraltraining/courses/specialistcourses/sbs/materialism-and-difference.htm

Agential Realism – New Materialism



Link: http://edu.au.dk/en/research/research-themes/all-themes/agential-realism-new-materialism/

Manuel De Landa. Deleuze and The New Materialism. 2009. 1/11 (Video)


 Manuel de Landa speaking about the importance of Gilles Deleuze in the 21st century and the fundamentals of materialism in a seminar entitled Gilles Deleuze and Science at the European Graduate School in Saas-Fee, Switzerland. Questioning the role of structuralism and the post-modern position in philosophy, de Landa argues for a view of a materialist world autonomously removed from the concepts of our own mind. His challenge, he says, is to remove a transcendental plane from material objects, that is to remove the concept of essence from the world, without giving rise to a metaphysical position. Towards this, de Landa used the analogy of the battlefield as an example of the social material space to illustrate a plane of existence of extreme materiality. Public open lecture for the students and faculty of the European Graduate School EGS Media and Communication Studies department program Saas-Fee Switzerland.

Manuel de Landa is, among other roles, a philosopher, media theorist, film maker, and artist.  As these, he has inhabited and lived between the intersections of thinking and creativity, uncovering the interstices which link historically separate autonomous fields to each other. Beginning in the late 1970s in New York where he produced a number of underground 8 and 16 mm films, de Landa has been at the forefront of creative thinking, working at the outer edges of media theory and incorporating the work of Gilles Deleuze and Felix Guattari into his ideas. Manuel de Landa holds the Gilles Deleuze Chair of Contemporary Philosophy at the European Graduate School as well as teaching at Columbia University, the University of Philadelphia and the School of Visual Arts in New York City.

de Landas close reading of Deleuze and Guattari, and more importantly his continuation or extension of their ideas, sees the creative potential of philosophy in a new materialism. In his writing he seeks to expand on the notion of a total unity, through assemblage, of multiple singularities.  His work focuses on the idea that our rational view of the world in stable, solid structures is at best limited; instead he seeks clarification through the concept of liquidity, in which the liquid structures, constantly on the verge of chaos, have the greatest potential for creation.  de Landa rejects viewing the world through a solely anthropocentric persepcive and instead gains insight through an insistence on viewing nature from a non-anthropocentrically heirarchized environment. In this liquidity, de Landa see the power to self-organize and further, the ability to form an ethics of sorts, one untouched by human static control, and which allows an existence at the edge of creative, flowing chaos.

This unique vision comes to the fore in de Landas A Thousand Years of Nonlinear History, in which he analyses history as a confluence of infinite variation, a flow of dynamic processes without rational, or traditional, order. de Landa sees in his history instead a revived form of materialism, liberated from the dogmas of the past. The history then presented is one of flowing articulations rather than one conducted along a linear, static construction.  Moving beyond a concept of binary oppositions, de Landa instead sees a past of infinite bifurcations, a flowing, liquid unfolding which exposes a collective identity from a myriad of points and perspectives.

Manuel de Landa has written and published extensively since the early 1990s. His published work includes War In the Age of Intelligent Machines (1991), A Thousand Years of Nonlinear History (2000),  Intensive Science and Virtual Philosophy (2005), and most recently A New Philosophy of Society: Assemblage Theory and Social Complexity (2006).