1 Haziran 2018 Cuma

Rosi Braidotti ile Söyleşi | Sarah Posman, Mart, 2012

Çeviren: Nalan Kurunç
Düzelti: Evren Yurttaş

İlk Yayınlanma Yeri: http://www.dunyaninyerlileri.com/soylesi-rosi-braidotti-ile-cagdas-feminizm-ve-amor-fati-uzerine/
*Sarah Posman’ın Rosi Braidotti ile Mart, 2012’de yaptığı söyleşi; Çağdaş Feminizm, Amor Fati, Beşeri Bilimler, Eleştirel Teori, Madde-gerçekçilik, Dionysosçu Zamançerçevesi/tertibi, Göçebe Tinsellik, Primatoloji, Bonobolar ve daha pek çok şey üzerine…
Sarah Posman: Metamorphosis: Towards a Materialist Theory of Becoming adlı kitabında “zaman bizden yana” diye yazmıştın. Hem toplumda hem de akademide tanıklık ettiğimiz mevcut eleştiri uğraklarının ışığında, düşük gelirli ülkelerde Kadın Çalışmalarına yeterince finans sağlanmamasının hâlâ üzerinde durulması gereken ivedi bir örnek olduğunu düşünüyor musun? Bilhassa, küresel ekonomik krize karşı yapılan ayaklanmaların –Avrupa çapındaki kentsel isyanların, akademiye bağlı İşgal hareketlerinin senin de savunduğun gibi görünüşe göre Dionysosca olmadığı şu zamanlarda …
Rosi Braidotti: “Zaman bizden yana” deyişi feminizmin hem entelektüel hem de kurumsal etkinliklerinden geliyor. Bana gelince, feminist teorinin dönüştürücü olduğunu düşünüyorum. Bununla kastetttiğim, sadece akademik çevrelerde değil toplumda da hayli gelişen alanlardan biri olan, öğrencilerimizin istihdamı için de büyük iş sahası yaratacak toplumsal cinsiyet ve toplumsal cinsiyetin anaakımlaşması tartışmaları. Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması eşitlikçi ve son derece önemli. Bütünüyle destekliyorum ne var ki toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması kesin bir biçimde dönüştürücü değil. Dün gece, dünya kadınlar gününün akşamı televizyon seyrediyordum, büyük uluslararası yayın ağlarının hepsi kadının statüsüyle ilgili yayınlar yapıyordu. Al Jazeera’nin Arap dünyasındaki kadınlarla ve Hindistan’daki kadın girişimcilerle yaptığı müthiş söyleşi dizileri vardı. Kadınların gelişimine yönelik küresel hareket akıl almaz boyutta güçlü. Bu hareketin durdurulamayacağını görmemek için kronik depresyon geçiriyor olmanız gerekir, bir de hareket Batı dışında daha güçlü. Arap Baharı’nı düşünün. Bunun gibi kadınların öncülük ettiği çok sayıda örnek var. Son üç Nobel Barış Ödülü’nü kazanan kişiler Batılı olmayan kadınlardı. Bu çok güçlü bir işaret. Öyleyse, evet, zaman kesinlikle her zamankinden de çok bizden yana, bu da kadınların küresel gelişimiyle ilgili bir durum. Ancak, benim kuşağım için bu aynı zamanda tartışmaya açık bir konu.
Sıkça yapıldığı gibi Batıya ve eşitlik tartışmalarına -farklılık ya da eşitlik-, bugün adlandırdığımız şekliyle çeşitliliğe bakacak olursak gerek İşgâl hareketi olsun gerekse Alternatif Küreselleşme hareketi, biraz önce sözünü ettiğin politik hareketlerde çok fazla farklılık gösteren düşünce ya da radikal farklılıklar göremiyorum. Feminizme dair hiçbir şey göremiyorum. Solun daha solunun erilliğini görüyorum yani Solun her daim yaptığı şeyi; erkekler için liderlik pozisyonları yaratıyorlar, “siyasal” nosyonunu da tekelleştiriyorlar. Zižek, Badiou ve tüm büyük anti-feministler ile bugünün eleştirel teorisyenleri feminizmin entelektüel sermayesini bir çırpıda tümden kapı dışarı ediyorlar çünkü feminizm onların siyasal tanımlarına göre -siyasal teolojilerinden dolayı sadece kültürel, siyasal değil. O halde, Schmittçi düşünüşe göre bir dost ve düşmanınımız yoksa politikamız olamaz mı? Feminizmin barışçıl politikası siyasalı dıştalar mı? Teşekkürler, erkek kardeşlerim! Bu, yaklaşık otuz yıl öncesine, Troçkistlerle feministlerin 1962-63 yıllarındaki mücadelelerine kadar giden bir tartışma. Tam da bununla ilgili bir belgeselden bahsedebilirim, Troçkistler 1970’lerde Roma’nın varoşlarındaki bir parkta feminist bir gösteriye müdahale ediyorlar. Filmde Troçkistleri büyük zincirlerle ve demir çubuklarla görüyorsunuz, devrime yürüyorlar, yani meydan okuyarak, camları ve kafaları tekmeleyerek. Ardından ateş ederek insanları öldürmeye gidiyorlar. Buna karşılık feministler “benim adıma öldürme” diyen beyaz elleriyle parkta oturuyorlar ve Troçkistler tarafından saldırıya uğruyorlar. İtalyan siyasi tarihinin en önemli filmlerden biridir. Bana göre tüm İşgal hareketlerinde göstermemiz şart.
Kuşkusuz, tartışmalar sadece İtalyan feministlerle Troçkistler arasında yaşanmıyor. Aynı şeyi yirminci yüzyılın tedhişçi hareketlerinde de görebilirsiniz: Toni Negri ve Kızıl Tugayları düşünün.  Kızıl Tugaylar “git ve ateş et” diyorlardı fakat kadınlar reddediyordu. Bir de Margarethe von Trotta’nın Die bleierne Zeit filmi vardır, iki nişanlı kızkardeşten söz eder, biri feminist olur, diğeri terörist. Filmde siyaset için değillemenin gerekli olduğu, değilleme için de antoganizmanın gerekli olduğu noktasında kavga ettiklerini görürsünüz. Hatta şimdi Hardt ve Negri de şiddete ne tam evet ne de tam hayır diyorlar. O halde, siyasalı oluşturan şey nedir? Bu hâlâ sorulması gereken en mühim sorulardan biri. 1970’lerdeki kadın hareketinin ortaya çıkış nedeninin Solun, komünist parti içerisindeki erilliğin, Troçkizm eleştirisinin olduğu unutuluyor. Seksenlerde sağ-kanat politikanın aslında kadın haklarını massettiğini, Solun da bunu reddettiği bir noktaya geldiğini aklımızdan çıkarmamalıyız. Burada haritalandırılması gereken sıradışı bir tarihi ele alıyoruz. İleri kapitalizmin uyarlanma, dönüştürülme ve ilerleme yönündeki engin kapasitesi, aynı ilkelerle yol alan Sol ile keskin bir karşıtlık içinde, Sol evrilemiyor. Sol kanattakiler değişemiyorlar çünkü ne feminizmden alınacak dersleri ne sömürgecilik sonrasını ne de ırkçılık karşıtlığını içselleştiremiyorlar. Eleştirel teorinin günümüzdeki karşılığı beyaz adamların birbirlerine ölü beyaz adamlardan söz etmesi biçiminde. Badiou-Žižek ittifakını feminizm ve kültürel politikalar açısından katastrofik buluyorum. Bu düşünürler bile isteye anti-feministler, hatta zaman zaman da kadın düşmanılar.
Batılı feministler, bu hareketlerin revizyonist kripto-komünist maskülinizm gündemi ile toplumsal cinsiyetin anaakımlaşması gündemi arasında sıkışıp kalmış durumdalar, bu da dönüştürücü bir tutum değil. Bu bizim kültürümüze özgü. Bütünüyle farklı bir hikâyeye, farklı bir politik atmosfere sahip olacağınız Arap dünyasında ya da Çin’deki durumla aynı değil. İçinde bulunduğumuz ortamda daha genç neslin, eski kuşağın desteği ve sevgisiyle tam olarak ne olup bittiğine dair bir kartografi yaratması gerekiyor. Radikal hareketler olarak adlandırılan bu hareketlerin cinsel politikası nedir? Hem Utrecht’i İşgal Et’de hem de Amsterdam İşgal Et’de gördüğüm, kızları çorapları onarmaya ve kahve yapmaya zorlamaktı. Liderlik iyice yerleşmiş bir biçimde eril, siyaset de nostaljik. Tüm bunlardan bütünüyle hayalkırıklığına uğramış durumdayım. Yine de şuna gerçekten inanıyorum ki, tarih bizden yana. Hareket bir adım ileri, üç adım geriye gidiyor. Zamana ihtiyacımız var. Kimse ilerleme otobanı olacağını düşünmedi. Bize gereken döngülerle, serilerle, dizilerle ve tekrarlarla her milimetrede bir bizi geliştiren Dionysosçu bir zamançerçevesi/tertibi. Oysa sadece doğru kadınların doğru yerlerde olması –sadece bu bile dünyayı değiştirmeye yetebilir. Patolojik olarak iyimser kalıyorum ama umarım ki iyimserliğimin de bir dayanağı var. Siyasal dönüşümün doğası lineer değil, döngüseldir. Bize gereken düz çizgiler değil, döngüler.
SP Beşeri bilimler bugün hangi rolü oynayabiliyor ya da oynamalı?
RB İnsan Sonrası üzerine bir kitap yazdım [The Posthuman, Polity Press, 2013][1], içinde tümüyle beşeri bilimlerde çok iftihar ettiğim insan sonrasını sorunsallaştırdığım bir bölüm var. Öz-eleştirel bir notla başlıyor. Üniversiteye onu yeniden şekillendirmek için gitmiş bir kuşaktanım –enstitüye büyük yürüyüşler yapmıştık. Eğitim programı konusunda dönüştürücü bir rol oynayabileceğimiz düşünüyorduk. Sanırım oynuyoruz da. Hem bizzat toplumsal cinsiyet üzerine yaptığım çalışmalar hem de şimdi Beşeri Bilimler Merkezinin ana konusu, yeni düşünme biçimlerinin öncüsü konumunda. Fakat kimse beşeri bilimlerin, sistemin yani ileri kapitalizmin saldırısına uğrayacağını hiç düşünmemişti. Kendimizi son derece, dokunulmaz sandığımız bir düzenin parçası olarak görüyorduk. Üstelik Deleuze ve Guattari’nin ileri kapitalizmini okuyarak büyümüş olmama rağmen  ileri kapitalizmin nasıl bu kadar zalim olduğuna hep hayret etmişimdir. İleri kapitalizm her şeyi tüketecek, hatta yapması gerekirse insanlığı da tüketecek. Sanırım, beni en çok sarsan şeylerden biri de muhtemelen şu tikel durum; bir yandan küreselleşme, öte yandan devasa teknolojik gelişmeler sonucu beşeri bilimlerin batması.
Bu durumda Foucault’nun eski öğrencisi bunu nasıl karşılar? Ben insanın ölümüyle, hümanizmin sonuyla büyüdüm. Bir feminist ve bir kültürel teorisyen olarak dışsal bir pozisyonu savunabilirsiniz. İnsan sonrası kuramını savunan biri “hümanist kültürün benim için tek bir anlamı var o da ilgilenmediğim her şey, neden yitmekte oluşunun yasını tutmalıyım ki?” diyebilir.  Bununla beraber, hümanist kültürün sona erişine dair bir yas duygusu da var, çünkü Mary Wollstonecraft’dan Simone de Beauvoir’a kadar çok sayıda önemli feminist figür büyük hümanist filozoflardı:  Bu filozoflar kadın cinsi denilen şeyin evrenselliğine inanan kadınlardı. Evet, Cixous, Irigaray ve Deleuze’le yetiştim …  hepsi de Beauvoir’ı eleştiren kişiler. Dolayısıyla, burada hümanist kültürün sona ermesine özgü bir ikirciklik durum söz konusu ve politik olarak savunmasam da hakikaten yitip giden bir kültürün yasını tuttuğum anlar oluyor, bir şekilde doğal karşılıyorum: kendi enstitülerindeki büyük hümanistler, Leuven, Edinburgh, Utrecht, Bologna, insanlık ve beşeriyet üzerine kafa ütülüyorlar. Şöyle de diyebilirsiniz, “ah, bu insanmerkezci, Avrupamerkezci,” ama bu bizim dünyamızdı. Bu eleştiri gittiğinde yerini zihni bulanık bir evrenselciliğe bırakır, ardından da küreselleşmeye. Bu derin bir kriz.
Bana göre, bu krize bir son vermek için önce onu anlamlandırmamıza yarayacak sahip olduğumuz en iyi analitik araçların üniversiteler tarafından reddedilmiş felsefenin ta kendisi olan post yapısalcılıktan gelmesi paradoksal bir durum. Üniversiteler kendilerini yeniden tanımlama işinde kendilerine yarayabilecek en kuramsal araçları yasakladılar. Ayrıca, tüm bunlarla mücadele etmekle o kadar meşguller ki bilhassa Avrupa’da eski beşeri bilimler modeline saplanıp kalmış vaziyetteler. Amerikalıların oldukça farklı bir pozisyonu var çünkü büyük oranda yapı bozum ve post-yapısalcılığı benimsemiş durumdalar. Ve kendilerini savunuyorlar. Örneğin, Homi Bhabha Harvard’daki Beşeri Bilimler Merkezi’nin direktörü. Sömürgecilik sonrası kuramını ciddi anlamda programlarına dahil etmiş durumdalar. Utrecht’in iki yıl öncesine kadar sömürgecilik sonrası programı yoktu. Büyük Amerikan üniversiteleri radikal felsefeyi programlarına dahil etmiş durumdalar, sonuç itibariyle hümanizm eleştirisi yapıyorlar. Avrupa üniversiteleri ise şu an kendilerini yeniden şekillendirebilecek en teorik akımları dışarı atmış vaziyette. Bize gelince, klasik beşeri bilimlerin ve postmodernizmin gözden düşüşünden ve küreselleşmeden sonra ortaya çıkan yeni eleştirel disiplin biçimlerini tartıştığımız European Network for Centers of the Humanities[2]’i kurduk. Burada beşeri bilimlerin, milliyetçi eğilimlerimizle, artan yoksulluğumuzla ve yükselen yabancı düşmanlığımızla küçücük Avrupa için ne ifade ettiğine odaklanıyoruz. Hem ekonomik hem de finansal olarak yöntemsel milliyetçilik ile dünyanın geri kalanına giderek daha fazla bağımlı olma arasında sıkışıp kalmış durumdayız. Gerçekten de bir kaya ile sert bir alan arasında sıkışıp kaldık, kendimizi yeniden yaratmak için müthiş bir yaratıcılık ve cesarete ihtiyacımız var.
Hatırlatmam gerekirse ben beşeri bilimlerden yanayım. Tüm bu sorunların hepsini çözebileceğimize inanıyorum çünkü yeni kuşak var ve bilim ile teknoloji de dahil olmak üzere beşeri bilimler her şeye dahil olmuş durumda. Kültür olmadan bilim ve teknoloji yapamazsınız. Bu noktada Evelyn Fox Keller, Donna Harraway ve Stephen Jay Gould’u anabilirim… liste çok geniş. Kültür, bilimsel etkinliğe dahildir. İki kültürün birbirinden ayrı olduğu fikri ise tamamen eski-moda bir fikir. Bugün bilgi teknolojileri sanat tarihine, görselleştirme analizlerine bağlı. İki kültürün bütünleşmesi uç bir örnektir. Bu ilişkileri, siyasete yön verenlerin ortaya koyduğu biçimden kat kat fazla pozitif terimlerle yeniden tanımlamamız gerekiyor. Yeniden söylemeliyim, bu bir parça çalışma ve cesarete bakacaktır. Yöntemsel milliyetçilik beşeri bilimlerin önündeki temel sorun. Bilimle kurulan ilişki sorununu halledebiliriz fakat Avrupa’da ötekilikle kurulan ilişki büyük sorun ve politik. İster Teorinin, Kültürün ve Toplumun “çoklu-versite”[3] olarak adlandırdığı ve dünyaya açıldığı küresel üniversiteler olmak isteyelim ister Flaman kimliğinin, Flemenk kimliğinin, İngilizliğin, Fransızlığın kaleleri olmak isteyelim… bu politik bir tercih. Ve bu noktada biraz daha karamsarım çünkü toplumsal kuvvetler şu an o kadar yabancı düşmanı ki, üniversiteleri açık olmaya ve kendini dünyaya tanıtmaya karşıt bir biçimde dar görüşlü küçük merkezler olmaya zorluyor.
Utrecht küresel üniversite seçildi, yaklaşık yedi yüz Çinli öğrencimiz var. Bu doğru yönde atılmış küçük bir adım, ancak Kuzey Amerikan üniversitelerine baktığınızda dünyanın başka yerlerinden gelen kişilerin çok çok daha önceden direktörlük pozisyonunda olduklarını görürsünüz. Canberra’daki eski üniversitemin rektör yardımcısı bir Çinli. Biz gerçekten bu saygının gerisindeyiz. Bu Avrupa’yla ve özkimlikle ilgili bir sorun. Bu noktada biyometri ve nicelleştirme etrafındaki sorgulamalara bakılabilir. Süreç bir takım çabalar gerektirecek fakat düşündüğümüz kadar zor değil. Avrupa’nın mühim sorunu çok dillilik. Kuşkusuz sahip olduğumuz çok sayıda faklı dile değer vermeliyiz fakat gerçek şu ki burada ciddi anlamda birleşik niceliksel değerlendirmeyi engelleyen çokdilli bir akademik ortamda yaşıyoruz. Sanırım İngiliz dilinin sınırlarının ötesine geçip, çokdilli bir sistem dahilinde ölçülebilir veri koleksiyonu geliştirebilmemizi sağlayacak türden bir yeni sistem geliştirmeliyiz. Bunun için Avrupa Birliğimiz var. Değişen akademik dünya farklı bir pedagojik yaklaşım gerektirir. Örneğin, öğrencilerimize “gelecek dergide yayın yap yoksa iş sahibi olamayacaksın” demeliyiz. Bu profesyonelleştirici bir çalışmadır. Sorbonne’daki profesörlerim beni çok kötü eğitmişti. Eğitimin aslında nasıl olması gerektiğini anlamam yıllarımı aldı. Eğer üniversiteler vergi verenler tarafından finanse ediliyorsa, bu durumda öğrencilerimize net mesajlar vermemiz daha iyi olur: profesyonelleş ya da başka bir iş bul. Benim açımdan bu profesyonelleşme çalışması disiplinleri değil beşeri bilimleri öğretmeye başladığımız anlamına da geliyor. Bu yarı-disipliner ilerleme biraz zaman alacak çünkü disiplinlere olan bağlılık çok fazla, fakat yine de hali hazırda mantar gibi biten beşeri bilimler merkezleri ilginç uygulamalar. Leiden bir merkez açıyor, Amsterdam Üniversitesi bir merkez açıyor. Bu merkezler “beşeri bilimler nedir?” sorusunu ortaya atıyorlar. Benim gibi kendi disiplinini uzun zaman önce terketmiş biri için bu büyük bir mesele değil ancak kendi disiplinlerinde yükselmiş olanlar için oldukça sancılı bir tecrübe. Neredeyse evi terketmek gibi bir şey.
SP Zaman ve zamansallık konusu feminist tartışmalarda sıklıkla yer alıyor. Aklıma epey yakın zamandan gelen iki örnek,  Rita Felski’nin Doing Time’ı (2000) ve Elisabeth Grosz’un Time Travels’ı (2005). Felski’nin Doing Time’daki şu cümlesinden ne anladığını merak ediyorum; “kamusal alanda rol almaya henüz başlayan kadınlar için, zamanımızı bir kayıp, melankoli ve gecikmişlik olarak düşünmek biraz zaman alacaktır.” -feministler modernist yenileştirmeyi benimsemeliler mi?
RB Zaman sorunu feminist çalışmalarda iyi kurulmuş bir tartışmadır.  Kristeva’nın sevdiğim ve hâlâ alıntılamaya devam ettiğim 1980’lerdeki ilk metinlerinden “Kadınların Zamanı”nı hatırlıyorum, zamanın ikili yapısından söz ediyor. Lakin gerçekten kurucu metinlere geri dönmeliyiz –John Kelly bir örnek olabilir- feminist teorinin, eleştiri ve yaratıcılık olan ikili bakışı üzerine metinlere. Eleştiri şimdi ile ilişkilendirir (tanılama, direniş, kartografiler), yaratıcılık da gelecektir. Yaratıcılık sizi bir sonraki gideceğiniz yere götürür. Her ikisi de farklı zamansal çerçeveleri imler. Feminizmin klasik Marksizmden ayrıldığını düşünüyorum, dolayısıyla ona bağlı komünizmin tüm varyasyonlarından da, feminizm Hegelci zaman felsefesine itikat etmez. Hegelci şema tümüyle açık değişimlerle, açık kırılmalarla ve diyalektikle, tarihin hangi yöne gittiği fikrini veren oldukça lineer bir süreçtir. Hâttâ Marksist arkadaşlarım bile bugün tarihin ne yöne gittiğinden büsbütün eminler. Çoklukların [multitudes] ayaklanmalar dünyasına karışacağı yeri söyleyebiliyorlar. Üzgünüm ama ben seksenlerde Deleuze ile birlikte Spinoza’ya geri döndüm. Hardt ve Negri’nin çoklukları Deleuze düşüncesindeki tekilliklerin mutlak ölçüsü değil. Spinozacılığın bütün meselesi kimsenin tarihin ne yöne gittiğini bilmemesidir. Spinozacılıkta “ilerleyen tarih” diye bir şey yoktur. Tüm yüzeyi kateden, mikro ve makro düzeylerde çoklu akışlar ve pratikler vardır. Kapitalizm şizofrenidir, hatırlayın. Kışlık Sarayı’ndan Dünya Devriminin Cennetlerine uzanan Hegelci tarih Otobanı değil. Buna inanmıyorum. Birçok şeyin temelde bu denli yanlış olmasının nedeni bu, gerçekleşmekte olan İşgal Hareketlerine ya da çok sayıda ayaklanmaya bunca ilgi göstermekten çok, sınırsız bir çeşitliliğin, karşılıklı etkileşimin en karmaşık biçimlerinin, politik edimin ardından gelen kapsayıcı bir politik devrim teorisinin yaratılmaya çalışılması gerekiyor. Eleştirel teorinin dramı Hegelci Marksizm’in kalıntısı olmasıdır. Yakın bir Deleuzecü arkadaşım olan Eugene Holland bile göçebe yurttaşlık üzerine kitabında hâlâ gerçekleşmekte olan yavaş bir devrim dünyası varsayıyor. Umuyorum ki, bunlar hem karmaşık ve çok-katmanlı direniş biçimleridir hem de küresel çapta oluşan başkalığa yönelik yeniden değerlendirmelerdir. Neden hepsi tek bir devrim yapmalı ki? Bunlar, hepimizi, benim şu an bilmediğim bir yere geri götüren nostaljik zaman gezintisinin şamarları.
Sonra psikanaliz konusu var. Psikanaliz son derece önemli, bilhassa Lacancı müdahale, çünkü zaman dizisini potansiyel olarak çoklu katmanlara ayırıyor. On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan Freud da oldukça lineer bir görüşe sahipti: geçmiş travmatiktir, travma gelecekte kendini tekrar eder, anılar üzerine çalışmaya başlanmalı ve az çok sürdürülebilir bir geleceğe varılmalı. Lacan çok önceden psikanalize süreklilikleri getirerek durumu daha da karmaşıklaştırmıştır fakat kendi gündemi vardı, yaşamının sonunda da epey muhafazâkar bir politik düşünür haline gelmişti –ben böyle görüyorum. Hâlâ geçmişin otoritesine başvuruyor fakat geçmişle kastettiği şey Freudyen olabilecek bir insan doğası değil, insanlık tarihi. Lacancı şemada sembolik sistem burada hazır durur.  Bu günümüze kadar kurumsal tarih içinde güçlenerek ruhsal yapılarımıza çökmüş vaziyette. Sembolik sistem sabit, otoriter bir geçmiştir. Bu tam da Deleuze ve Guattari’nin ortaya çıktığı andır. Anti-Ödipus psikanalizin zamansallığının eleştirisidir. Deleuze ve Guattari geçmişin otoritesiyle devam edemeyeceğinizi söylüyor, bilinçdışı bizden ileridir, itici bir kuvvettir. Arzu negatif değil, pozitiftir.
Bu tartışmada Derrida Lacan’a dipnot olarak devreye girer. Derrida Lacan’ı sınırlandırır ve oldukça aporetik[4] olan kendi metodolojisini geliştirir. Feminist teorinin terimleriyle konuşacak olursak, Judith Butler o paradigmadan ve Rita Felski’nin tartıştığı noktadan hareket eder ki bütünüyle hemfikirim, tikel değilleme üzerine bir yorumdur – Lacancı zamansallığın kronik olarak depresif bir şekilde sürdürülmesi anlamında değilleyici. Derridacı aporetik, yegâne politik eylem biçimi olarak- sizi zorunlu olarak melankoliye götürür. Bir döngüye yakalanmışlardır, Derridacılar için göstergelerin dışında başka bir şey yoktur –dolayısıyla, hem şeylerin imkânsızlığının yasını tutarlar hem de aynı esnada mümkün olabilecek arzuya tanıklık ederler. Bu geleneğe karşıt yönde etraflı yazılar yazdım çünkü gerçekten olumlayıcı siyasete karşıtlar. Spinozacı tarzda bu türden bir düşünme biçimi bulunmaz; zorunlu olarak narsizm ve paranoya tarafından oluşturulmuş kendinizden, bir içsellikten doğmayan, bilakis daima geleceğe bağlı, karmaşık, farklılaşmış ve zorunlu olarak yerel olan ilişkiler, bağlantılar ve kolektifliklerden doğan umut, tasarı adına şimdiyle sıkı bağlar kuruyorsunuzdur. Politik praksis için bir yerde olmanız gerekir. Angela McRobbie, Deleuzecü olumlayıcı politikayla Butlercı melankoliyi karşılaştırırken ilginç bir noktaya temas ediyor –ve melankoliyi tercih ediyor, fakat birçok kişinin yaptığı biçimde, belki de psikolojik olarak daha anlaşılır olduğundandır. Bu düşünüşe göre depresyon saygıdeğer bir soylu, mutluluk da görgüsüz. Spinoza çok önceden bununla ilgili bir şey söyledi; gerçekten olumlayıcı olma olasılığı üzerine, tuhaf duygu ve his hiyerarşisinin alt üst edilmesi üzerine. Dolayısıyla olumlayıcı feminist siyasetin gerekliliği konusunda Felski’yle aynı fikirdeyim, açıkça tecrübesizlik diyebileceğimiz türden olmayan, imkânlar dahilinde adeta güçlü bir inanç edimi fikrine katılıyorum. Bu geleceğe doğru cömert bir sıçrayıştır. Ve Feminizm bunu başından beri yapıyor.
SP Nomadic Theory adlı kitabında yeni vitalist feminist düşüncede amor fati yaklaşımına değiniyorsun. Bunu biraz açar mısın? Göçebe tinsellik nedir?
RB Bana göre günümüz felsefesi ve bilimi, organisizm-sonrası vitalizm. Şu anki bilimimiz yaşamla ilgileniyor. İklim değişikliğine ve neslin tükenmesi sorunlarına baktığımızda, ekolojik ve çevresel sorunlarla yüzleştiğimizde ve ekonominin maddi olmayan kısımlarını ele aldığımızda, genom bilimi gibi davrandığını görüyoruz –gerçek şu ki, ekonomimiz gerçekte alkolden hizmet endüstrisine kadar ruhsal durumlar satıyor. Tüm bu ruhsal durumlarda artış endüstrisi tamamen ileri kapitalizmdir. Vitalizm günümüzün bir krakteristiği olarak ortaya çıkmakta, Nick Rose’ın adlandırdığı şekilde yaşam siyaseti olarak ya da Melinda Cooper’ın kelimeleriyle “artık [surplus] olarak yaşam” olarak. Ciddi anlamda ne dilsel ne metaforik olan ve kesinlikle maddi bir yaşam. Vitalizm, maddi ve genetik kodlarla, ruhsal durumlarla, depresyonla ve psikofarmasötikle ilgileniyor. Feminist çalışmalardan geliyorsanız bunlarla ilişkilenmeniz meseledir. Biz daha çok toplumsal inşacılıktan geliyoruz. Yani, gerçekle -kimlik olsun doğa olsun, aile olsun- ilişki kurmadan önce, toplumsal yaşama katılmadan önce bir kuvvetle karşılaşırsınız. Bugün Simone de Beauvoir’ın kadın doğulmaz kadın olunur derken ne kadar yanıldığını düşünmek bizim için zor. Aslında, dişi doğulur. Kromozomlar üzerine yapılan tüm bilimsel çalışmalar insanın büyük ölçüde kodlanmış et yığınlarından oluştuğunu gösteriyor. Modern bilimi dinliyor muyuz ki? Kimi feministler için toplumsal inşacılığın dışında bir şeyle ilgilenmek zor. İşte burada tekrar, Deleuzcü yön bu yüzden ilginç. Laura Parisi ve Claire Colebrook gibi Deleuzecü feministler maddeye vurgu yapıyorlar. İnsanlarda, hayvanlarda, bitkilerde ve evrende canlı, cinsiyetli ve üretken olan maddeye.
Yeni bir materyalizmle, “madde-gerçekçilik” kavramıyla çalışmamız gerektiğini düşünüyorum. Aynı zamanda siyasi kültürdeki değişime de işaret eden bir kavram. Toplumsal inşacılık sorununun yanı sıra post-yapısalcılık sorunuyla da karşı karşıyayız. Büyük Amerikan okullarındaki hâkim gelenek, dilbilimsel –Lacan ve Derrida. Rat-pack solcular Deleuze ve Foucault, farklı akademik soydan geliyor. Amerikalı Foucault tek başına bir sorun, Avrupalı Foucault ve Deleuze de kendi kendine ortaya çıkmış çalışmalar dalgası üretti. Şu anda Utrecht’de dışarıya açık bir Deleuze çalışmaları yerel buluşması gerçekleştiriyoruz, üniversiteden üniversiteye yayılacak bir buluşma ve Deleuze üzerine yapılan yeni çalışmaların sunumuna olanak veriyor. Benzer şeyler Çin’de de gerçekleşiyor. Çin’de yapılan büyük bir Deleuze konferansına davet edildim. Kimse tarafından yönetilmiyor fakat dev Deleuze akademik çalışmalar dalgası, bu felsefenin çağın ruhu için gerekli olanı yakaladığını gösteriyor. Bunu haklı kılan da, toplumsal inşacılığın ve dilbilimsel dönüşün sonu anlamına gelen vitalizm ve materyalizm arasındaki paradoks. Kuşkusuz, buradaki en büyük sorun feminizmin bunun neresinde durduğu. Butler’la ters düşmeyi sevdiğim şey, Butler’ın dilbilimi uçlara götürmesi. Bu tutumun bizi götürdüğü tek yer yas ve melankoli, aporetik. Çünkü bu sadece eleştiri adına eleştiri anlamına gelir. Tek yapabileceğiniz bir alanı tüketmektir ardından da bir sonrakine gitmek: kadını, dişiyi tüketmek.  Tek yaptığınız yaratıcı alternatifler sunmadan alanı yakmaktır. Genç kuşağa önerim kadın bilimcilerle çalışmanız.
Bu tartışmaya girmenin en iyi yolu, feminizmin en büyük teknoloji manyağı Shulamith Firestone’un çalışmasından Donna Harraway, Sandra Harding ve Evelyn Fox Keller’e gitmek. Çünkü maddeye metinle yaklaşmıyorlar, maddeyle yaklaşıyorlar. Biyo-okuryazar olmalıyız. Bunu yapamazsak ne olup bittiğini ele alamayız, sonra da eleştirel feminizm anlamsızca son bulur. Toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılması gelişmeye devam eden bir alan fakat dönüştürücü feminist teorinin hâlâ yüzleşmesi gereken önemli metodolojik zorlukları var. İşte bu noktada Deleuzecü olmak büyük kazanç. Çünkü sözünü ettiğim tartışmaya katılmanıza yardımcı olur ve bunu yaparsak dişinin geri döndüğünü görebiliriz. Frans de Waals’un dişiler tarafından çekip çevrilen, cinsiyetin yönlendirdiği Bonobo toplulukları üzerine yazdıklarını okuduysanız –kesinlikle ilişkilenebileceğim bir topluluk. Primatalojiyle de yakından ilgilenmeliyiz. Dişi-kurtlarla koşmak istiyorum. Derin yeniden üretici güçleri hakikaten henüz hesaba katmış değiliz. Onları yeniden sorun haline getiriyoruz ve kesinlikle tüm bunlar sorun, fakat bedenlerimiz arasından geçip giden ve yeniden onlarla ilişkilenmemiz gereken olağanüstü kuvvetler de var. Çocuğunuz olsun olmasın, önemli değil. Biz geleceğin jenaratörleriyiz. Bu, Batılı olmayan feminizmde çok güçlü bir düşünce ve göçebe tinselliğin en önemli esaslarından biri. Spinoza’da eskiden beri var olan bir fikir –“bir beden ne yapabilir” – gelin görün ki, ikinci dalga feministlerce saf dışı bırakıldı. Oysa, anne olmak bir problemdi, aile olmak bir problemdi … hepsi bir intikamla geri dönecek.

[1] Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, çev. Öznur Karakaş, Kolektif Kitap, 2014.
[2] Avrupa Beşeri Bilimler Merkezleri Ağı.
[3] “Çoklu-versite”, ilk olarak 1963’te California Üniversitesi sisteminin şansölyesi Clark Kerr (2001) tarafından belli başlı üniversitelere yüklenen ödev ve talep patlamasına atıfta bulunmak için  ortaya atılmış bir terimdir (Rosi Braidotti, İnsan Sonrası, s. 195, çev. Öznur Karakaş, Kolektif Kitap, 2014).
[4] Aporia, “çıkmaz” anlamına gelmektedir. Burada Aporetik “çıkmaza yatkın, çıkmaza dair, sonuçsuz(luk) vs.” anlamında kullanılıyor. -rd.n.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder